Evet, şu fani dünyada herkes öleceğini biliyor, hiç aklımıza gelmese de, ama hiç kimse ne zaman öleceğini bilmiyor. En güzeli de bu değil mi? Herkesin bildiği tek gerçek var o da ölümün herkesi kapsaması ve hiç kimseye eyvallahının olmamasıdır. Habersiz geldiği için vakitsiz görülen ölüm kimseyi teğet geçmeyen hazin bir sondur. Sadece insanlar mı? Elbette ki hayır! Canlıların ortak noktasıdır bu hazin son. Bu sonun zamanlaması ise farklıdır. Kişiye özel tarifler var. Kimini kundakta kimini yatakta kimini çalışırken kimini daha çocukken kimini gençliğinin ve gücünün zirvesinde kimini ise ahı gitmiş vahı kalmışken yakalar. Yani tek düze gitmiyor hayata heyecan katmayı seviyor. Ne zaman uğrayacağını belli etmiyor. Yaşı geleni değil, sırası geleni götürüyor. Kimsenin yaşına başına bakmadan ya da yaşamadığı zamanları hesaba katmadan alıp gidiyor. Bizler her ölümü erken bilsek de o hiç erken demiyor ve hiç birini ertelemiyor. Bizim de elimizden bir şey gelmiyor.

Ölüme karşı bir şey yapamamak bizi çok aciz kılıyor. En sevdiğimiz, en küçüğümüz veya herhangi birimiz elden kayıp gidiyor. Bu gidiş bize, ölüme karşı ne kadar aciz olduğumuzu göstermiyor mu? Zira ömrümüze ömür katmak veya sevdiğimizin ömrüne ömür vermek diye bir hakkımız yok. Ölüm karşısında gerçekten aciz ve zavallıyız. Onu asla yenemiyoruz yenmek bir kenara durduramıyoruz bile. Geçmişte de günümüzde de ölümsüzlüğü arayan kişiler çıkmış ama hep kaybeden olmuşlar. Bu nedenle hep kaybeden insanoğlu yenilgiyi kabul ederek, ölüme çare aramaktan vaz geçmiş. Hedefini çok yaşamak ve genç kalmak olarak değiştirmiş. Bilim insanları da ölüm karşısındaki gerçeği anladığı için onu kabullenip vücudu yaşlandırmadan ölme çabalarına girmiş. Zira yaşlandıktan sonra çok yaşamanın ne anlamı var ki? Onlar da haklı, yatalak veya başkasına muhtaç olarak 150 yaşında olmanın kime ne faydası olacak, oysa genç görünümlü 80 -90 yaşında ölmek hatta 100’ü bulmak herkesin arzusu değil mi?

Türkülerde bile ölüm kabullenilmiş ve ‘şu ayrılık olmasa ölüm Allah’ın emri’ denilerek bu konudaki çaresizliğimiz belirtilmiş. Yani ‘Ölmeyen tek şey ölümün kendisi’ zira ölüm, herkesi eninde sonunda buluyor. Kimsenin kaçma veya kurtulma şansı yok. Ölmek için illa hasta olmaya da gerek yok. Çünkü kimi yatakta ölmeyi beklerken uzun senenler yaşıyor, kimi ise gücünün zirvesinde kara toprağa teslim oluyor. Hiç kimsenin yatalak birinin ömrünü alıp başka birine verme gibi bir hakkı veya lüksü de bulunmuyor. Ömrünün sonunu ise bilmiyor. Aslında ölüm tarihini bilmemek bir nimet ama bizler birçok nimet gibi bu nimetin de farkında olamıyoruz. Büyük bir hırs ve istekle onu bilmek istiyoruz. Bilmenin ne kötü olduğunu veya hayatımızı ne kadar karartacağını bilmeden, zira bunu bilmek bize acı verecek hem de çok.

Peki, Yüce Yaratıcı bize bir kıyak yapsa ve ne zaman ölmek istediğimizi sorsa ne yapardık? Bize hitaben; Ey kulum! Sen ne zaman ölmek istersin? Diye, bir soru sorma lütfunda bulunsaydı, ona cevabımız ne olurdu?

Evet, herkes bu soruyu kendisine bir sormalı ve: Ben ne zaman ölmek istiyorum? Demeli. İyice düşünüp cevap ona göre vermeli.

İnsanların büyük bir kısmı muhtemelen torun torba sahibi olduktan sonra diyecektir (Yani çoluk çocuğu evlendirdikten ve onun hayatını kurduktan sonra). Bizim insanımıza göre en ideal ölüm bu olsa gerek. Zira bizim toplum kendisi için değil çocukları için yaşıyor. Peki! Torun torba sahibi olduktan sonra ölmek isteyeceğimizin bir garantisi var mı? Her ölümün erken olma sebebi kimsenin ölümü istememesi olabilir mi? Anadolu’da insanımızın çok güzel bir duası var. Benim de sıklıkla iştirak

ettiğim. ‘Allah’ım! El ayağa düşmeden, kimseye muhtaç olmadan benim canımı al’. Ne kadar anlamlı değil mi? El ayağa düşüp (yatalak olup) çoluğuna çocuğuna düşman olmak istemediği gibi kimseye de yük olmak istemiyor. ‘Yaşayacağımı yaşadım, kimseye yük olmadan çekip gideyim artık vakit doldu’ diyebiliyor. Allah kimse için; ölse de kurtulsak! Dedirtmesin. Bilim insanları Anadolu insanının yüzyıllar önce keşfettiği anlayışı galiba yeni buldu. Ona nedenle onlar ölüme çare yerine sağlıklı ve uzun yaşamaya ve sağlıklı ölmeye yöneldi.

Ama bir grup var ki, onlar herkesten farklı olarak çocuklarından sonra ölmek isteyecektir. O gruptaki insanların Yüce Yaratıcıya tek duası; ‘Ya Rabbi benim canımı çocuğumdan sonra al ve onun canını almadan benim canımı alma!’ olacaktır. ‘Kim bu düşüncesizler?’ diyeceksiniz bu dünyanın en düşünceli ebeveynlerine. Bu kişilerin çocuklarını en çok düşünenler olduğunu bilmeden. Bu kişiler ömürlerini ‘benden sonra çocuğuma ne olacak’ düşüncesi ve kaygısıyla yaşayan engelli ailelerden başkası değil. Onların çocuklarından önce ölümü demek onlar için iki kere ölmek demek. Zira yılladır kaygılandıkları şey gerçek oluyor. Kendileri ölüyor ve geriye bakmakla yükümlü oldukları evlatları kalıyor. Kendine bakamayan ve mutlaka birilerinin bakımına muhtaç bu çocuklara, öldükten sonra kim bakacak? Şimdi bakarız diyen kardeşleri veya eşi dostu onun bakımına ne kadar katlanacak? Tüm bu sorular o kişinin ölmeden önce derin düşüncelere dalmasına ve buruk bir vedasına neden olmaktadır.

Yüce Rabbim herkese bir ömür (mühlet) vermiş ve bu ömrün ne kadar olduğunu veya onu ne zaman geri alacağını bildirmemiş. ‘Her an hazır olun, bebeklikte de çocuklukta da gençlikte de olgunlukta da yaşlılıkta da alabilirim’ diyor ve bizi tetikte tutuyor. Ancak bizler unutuyoruz ve hiç ölmeyecekmiş gibi davranıyoruz. Oysa öleceğimizi bilmememizin ölmeyeceğiz anlamına gelmediğini bilmiyoruz.

Şimdi başka bir soru soruyorum: Önemli olan yaşamak mı? Nasıl ölmek mi? Nasıl bir hayat yaşamak mı? Siz bu yeni soruları düşünürken ben yine sormak istiyorum: Sahiden de, siz ne zaman ölmek istersiniz?