TÜRK mizahının önemli isimlerinden Sadık Şendil tarafından yazılmış eserden senaryolaştırılan Yedi Kocalı Hürmüz, geleneksel ortaoyunu tekniğiyle işlenmiş bir oyundur. Yıllarca tiyatrolarda sahnelenmiş olan Yedi Kocalı Hürmüz, sinemaya da uyarlanmıştır. 19. yüzyılın sonlarında İstanbul'un Taşkasap semtinde yaşayan Hürmüz, hepsi farklı mesleklerden olan, birbirinden habersiz altı koca ile evlenmiş, ancak yetinmeyip yedinci bir erkeğe âşık olan bir kadındır.

*

Yedi kocalı Hürmüz’ü şöyle anlatır Osman Ateşoğlu:

Kaş göz ederek, bazen sessizce kimi zaman sinsice, kâh haberli kâh habersiz, kim kime, kime ne?

Hepsinin haberi var birbirinden, selâm ederler karşılaşınca. Fakat haberleri yok başı çekenden, çevirdiği meselelerden. Kimseye belli etmeden, seslice demeden, sessizce gölgeden, kenardan köşeden, camdan pencereden; saraya aldıkları bilmez kimler var daha önceden!

Velhâsıl, bizim Hürmüz; tuttuğunu yakalayıp, düşeni oltalayıp, bakmadan ayıp-mayıp, kimse bilmesin kayıp diyerek çıkar yola, yola yola!

"Kaz var demek ki" diyerek!

Kazsan kazsan ne çıkar deme!

Sen Kaz'san çok şey çıkartırlar, çıkıyor da!

Çıkıyor yolunmuş tüyler meydana ve meydanda topladıklarından kuş tüyü yatak yapıp yatıyorlar Saray'da!

Gecenin karanlığından, gölgelerin ardından, yılların dostluğundan faydalanıp: o güzel âşk gecesi bir anda dönüyor kavgaya. Sebep ise çok basit! Bir gömlek kavgası, sorma gitsin yaygarası...

Birinci koca! (rahmetli oldu)

Yaşarken çok iyiydiler. Herkes bilirdi aralarında geçenleri, sonra ne olduysa hatta rahmetli olmadan ayırdılar yollarını. Neymiş efendim; bana eski gömlek giydirmişsin, giydirme(!) "Yeter artık" diyerek, eski gömleğini çıkarıp, yeni gömlek ile yolcu(!) olduğundan devam eder, yolculuğuna...

İkinci koca!

Zengin bulununca, bir de genç olunca, eskiyi ne yapsın Hürmüz! Bir nokta var ki, gözden kaçar.

"Gelen gidene rahmet okutur!" derler ama dinlemez bizim ki. Hem genç, hem zengin, hem de herkes O'nu "Büyük Ağabey(!)" diye tanımlar.

Eee..

Güç onda, kuvvet onda, söz onda. Arkasına böyle bir kuvvet alan yıkılır mı? Diyerek, koşar denizleri, okyanusları aşarak kucağına...

Bir sıkıntı vardır ama sorun değildir. İki çocuğu vardır bu büyüğün. İkisi de çok gizli işler çevirir, kimseye söylemeden, belli etmeden. Şüphelense de Hürmüz, bir şey demez, diyemez! Çünkü; güç onlar da ve O'da güçlünün yanında! Hak ve adalet önemli değil! Bazen kızsa da bu saklı çocuklara, yine de onlarsız da bir şey yapamaz haa! Kolu kanadı, eli ayağı idi; C.. ve F..

(Mahalle dedikodusu buya; Hürmüz, büyük ağabeyin bazen fırçalarından bıktığında, doğunun ortalarında gezen küçük kardeşine kaçarmış)

Üçüncü koca!

Aslı zatın da, bu koca hakkında çok rivayetler var. Yola çıkarken, sağında solunda kim varsa, daha evvel çok sövdüğü, laf attığı, karşı çıkıp ben senin olduğun yere girmem, bir kere biz "dindaş(!) değiliz" diyerek terslediği idi. Sonradan ne olduysa? Birden bire çözüldü! Kutlamalar, ilân-ı âşk etmeler, meydanlarda raks etmeler, daha neler neler! Fakat kimse de çözemedi bu kimseyi. Biri uzun dedi, biri kısa, diğeri saçlı derken öbürü sakallı... Velhâsıl; sanki bir kişi değilde "birlik"miydi, neydi bunlar?

Dördüncü koca!

Bununla mazileri uzundu! Geçmişten gelen bir büyük muhâbbetleri vardı. "Zatı Muhterem(!)" kıymetlisi idi. Çok görüşmezler, beraber yaşamazlar, uzaktan uzağa, başka başka semtlerde olmalarına rağmen, bir birinden vazgeçemezlerdi. Bir ara ne olduysa? Ulaklar meydana çıktı, kulaklarını çekti! Sonra sapla saman birbirine girdi. Hürmüz, dertlenmeyin ben başımızdan savarım, dedi. Savıcıyım(!) Ben diyerek haykırdı. Şimdilerde duyduk ki: Öz kardeşim dedikleri de, bırakıp kaçmış onları.

Beşinci koca!

Sol koluna takarak, sol elinden tutarak, gizli gizli buluştular. Bu sevinçle sol eline "kılıç(!)" alarak, dar ederim diyerek, bizim çolak oğlan, meydanlarda gezmeye başladı.

Eee..

Nede olsa Hürmüz'e görücüye çıkmıştı. Gerisi bildiğiniz hikâye… Söz kestik, nişana bekleriz, diyecekken; nişan olmuşlardı, hedefte! Kimleri idare etmedi ki, seni bekletip bekletip, oyalamasın.

Altıncı koca!

Sol elindekini kaçırmadan sağ elindekini tutuyordu. Sol parmağından çıkardığı yüzüğü çaktırmadan sağ eline takıyordu. Bahçelerde buluşuyorlar, kaçak - göçek dövüşüyorlar, birilerine kavgalı gözüküp poz yapıyorlardı. Hürmüz, ne zaman zora düşse, çıkıveriyordu sokağın sağ köşesinden ve bir nara patlatıyordu, kendi nâr'ında yanarak! Sessiz sakindi, etliye sütlüye karışmaz, her mes'eleye bulaşmaz, arada bir çıkar, bir nara atardı, bizim Hürmüz'de sever, okşardı.

Yedinci koca!

En pisi bu idi. Başka sokaklarda kedi gibi yaşar, sokağa geldi mi, itlik yapardı. Tasmasını bıraktılar mı sağa sola salya salardı. Her türlü sinsilik onda, itlik, berduşluk, kopukluk onda. Yediği tasa sıçmak, hainlik onda. Hürmüz'le imam nikâhı kıymışlar. Zamanında imamları vardı, öyle böyle derken, iyi kötü aramazken kıydılar gizlice. Foya ortaya çıktı çıkmasına ama Hürmüz'e bir hain lâzımdı. Sokağın gerçek sahipleri çıkınca, sesler yükselince; onların üstlerine salacak, arkalarından kahpece vuracak, acımayacak koruma lâzımdı. Bu aralar boş ol! Diyerek boşandıkları geçse de sohbetlerde, yine el altından gizlice görüşüyorlarmış.

Eee..

Ne de olsa "huylu huyundan vazgeçmiyor!"

Tak tak tak!

Elindeki asa ile yere vurarak, sessizlik ister meddah!

Ey sokağın sakinleri!

Hâlâ, bu yedi kocalı Hürmüz'ü bu sokakta tutmaya râzı mısınız? Vesselâm...

*

Yedi kocalı Hürmüz hikâyesi de nerden çıktı demeyin…

Önceki gün Bizim Büyükşehir Belediyemize 4’üncü Basın Müdürü atanmış diye duyunca…

Ben de ''Beş… Beş… Beş…'' demekten kendimi alamadım…

Bana dördüncü müdürü telefon ile söyleyen zat-ı muhterem, benim ''beş'' dediğimi duyunca…

Daha neler? ''Beşinci Müdür kim ola ki!'' Demez mi?

Hemen cevabı yapıştırdım…

Yahu onu da bana sormayın…

Hayrettin Başkan’a sorun, kim olduğunu o söylesin!

Sahi söyler mi? deyince…

Vallahi söz…

O söylemezse ben söyleyeceğim…