Bir emekli komutanla sohbetimiz esnasında…

Komutanım, görev yaptığınız süre içerisinde unutamadığınız en acı hatıranız nedir?

Diye sorunca:

Hayatımın en zor anı ve anları diye söze başladığında gözleri buğulanır…

Ve derki:

''Siz oğlu şehit olan aileye acı haberi vermeye gittiniz mi hiç?''

Bu soru karşısında her Türk gibi donakalır insan…

Hayır, Allah kimseyi böyle acıları söylemesi için mecbur bırakmasın komutanım…

Deyince…

İşte der, görev sürem içerisinde böyle görevlerde bulundum ve hayatım boyunca unutamayacağım o acı haberi vermeye gittiğim anlar oldu…

Mahsuru yoksa…

Bir anınızı anlatmanızı rica etsem Komutanım deyince…

Sahiden ister misin?

Bir zahmet Komutanım dinlemek isterim…

*

Dinle o zaman sevgili kardeşim iyi dinle der;

*

Ve başlar anlatmaya:

''Sabah daha mesaiye başlamadan yazılı bir emir düşer önünüze…

Yukarı köyden Ahmet oğlu Mehmet şehit düşmüştür…

Ya rabbim dersin, dağa çıksam üç gün, aç susuz kalsam da, şu haberi vermesem…

Ama giyersin tören üniformanı, birkaç Mehmetçikle birlikte, hastaneden gelen ambulansı alırsın arkaya, düşersin yola…

Vatandaş da öğrenmiştir artık, önde bir askeri araç, arkada bir ambulans ile geliyorsa bir eve ateşin düştüğünü…

Yaklaştığın her kasaba veya köyün buz kesildiğini hissedersin…

İçinden geçip gittiğin her yer rahatlar…

Neyse varırsın köye.

Ah Kardeşim Ah...

Garibin evinin önüne lüks araba yaklaşıyorsa bil ki ya ŞEHİD var, ya da SEÇİM...

Neyse…

Askerde evladı olan her haneden inceden bir sızının yükseldiğini, ''aman bizim eve doğru gelmesin'' diye dua edildiğini duyar gibi olursun…

Bütün köy donmuştur adeta…

Herkes büyülenmiş gibi izler seni…

Hangi eve gidilecek diye ıstıraplı bir merak sarar ortalığı…

Şehidin evine doğru yaklaşmaya başladığında, bahçedeki ihtiyarın büyülenmiş gibi sana baktığını, bacaklarının titrediğini, elindeki bastondan güç alarak zar zor ayakta durmaya çalıştığını görürsün…

Ayakların geri geri gider.

Pencerelerde bir hareket başlar ve kapının önüne telaşla bir anne çıkar, bir sana, bir arkanda yere bakan Mehmetçiklere, bir de ambulansa bakar…

Sonra atar kendini yere.

Oğlu daha toprak altına girmeden o ana düşer toprağa…

Öyle bir vurur ki yere, zelzele oluyor sanırsın…

Konu komşu yığılır, bin bir feryat bin figana karışır…

Dersin ki kıyamet budur…

Kimi ana, önce sana doğru koşar, ellerine sarılır, son bir umutla yüzüne bakar, ''Yaralı değil mi komutan?'' der;

Başını öne eğer, hiçbir şey diyemezsin.

Dizlerinin bağı çözülür, çökersin o yüreği yaşlı anayla birlikte yere, o ağlar sen ağlarsın…

Hemşire elinin titremesinden, gözünün yaşını silmekten, sakinleştirici iğneyi yapamaz bile…

Baba…

Fidan gibi evlatlarını vatana feda eden o babalar…

Sicim gibi gözyaşları dökülürken gözünden, acıya garkolmuş bir gururla, ''Vatan sağ olsun, vatan sağ olsun şehit babasıyım ben'' dediğini duyarsın…

Kimi içine akıtır gözyaşlarını, kimi de donar kalır…

Kimi günlerce konuşamaz, kimi dua eder, kimi beddua…

Kimi kendi saçlarını, kimi saçlarımızı yolar, ne şapka kalır başınızda ne rütbe omuzlarınızda, söker atar…

Asıl büyük kıyamet bir iki gün sonra kopar.

Gerçekle yüzleşme günüdür…

Bu sefer cenazeyle birlikte varırsın köye Tören mören hak getire…

Köylü alır şehidini omuzlarına, yer yerinden oynar, ne protokol kalır ne düzen...

Kimi ''Evladımı en son haliyle hatırlamak istiyorum'' der, görmek istemez naaşını…

Kimi de ille de ''Göreceğim'' der, gösteremezsin ki;

Ya yüzü yoktur ya bacağı…

Yanımızdaki bir üsteğmen ya da yüzbaşı elinde daha önce de okuduğu, sadece isim hanesi değiştirilmiş standart metni okur, ''Kanı yerde kalmayacak'' diyerek, bitirir konuşmayı…

Tabuta sarılı analar, babalar, bacılar, gardaşlar duymaz bile bunu, duysa da inanmaz…

Sonuç olarak;

Orada bir MEZAR, bir BAYRAK, bir ANA, bir de BABA kalır...’’

*

Şehitlerimizi, yakınlarını, lütfen ama lütfen unutmayalım…