Türkiye çok önemli bir seçim sürecini geçti. Bu yazı, seçimden sonraki ikinci yazım. Normalleşen Türkiye’yi yazmak isterdim. Artık seçim bitti, hayat normale döndü ve Türk milleti günlük gailelerine bakıyor diyen bir yazı yazsam diye hayal kurdum. Maalesef gerçekler tıpkı bir giyotin gibi hayallerimin üstüne indi. Onlar bir yana ben diğer yana savruldum.

Bu hayallere, yazılarımı okuduktan sonra düşüncelerini açıklayan gençler yüzünden kapılmıştım. Gençler, artık beka meselesi sözünü duymaktan gına geldiklerini hatta mide bulantısı geçirdiklerini söylüyorlardı. 23 Nisan münasebetiyle yapılan röportajda “Üniversiteyi Almanya’da okumayı, sonra da Alman vatandaşlığına geçmeyi” hayal ettiğini söyleyen çocuğumuz, Türk milletini derinden sarstı.

Haklıydılar. Onlar okullarını bitirip hayata atılacak, yuva kuracaklardı. Bunları düşünecekken Türkiye’nin içinde bulunduğu ortam, kullanılan nefret dili, her an yaşanılan gerginlik, her gün televizyonlarda arz-ı endam eden ve konuşmaktan başka bir şey yapmayanlar… Eğitim, sağlık, tarım sorunları, her gün daha da keşmekeş hale gelen trafik… Çok üst düzeye çıkmış üniversiteli işsizlik, Suriye, Kıbrıs, Doğu Akdeniz, Ege Adaları, Ermeni ve Patrikhane meseleleri… Etrafta görmekten bıktıkları, korktukları, acıdıkları ve kendi yarınlarını tehdit ettiğini düşündükleri sığınmacılar… Aslında hepsini içinde barındıran, çok yakın olduğu bahsedilen beka meselesi, yani millet hayatının devamlılığına yönelmiş tehlike… Bütün bunların yanı sıra, kızgınlıkları inanç dünyalarını da etkiliyordu. Dindar ailelerin çocuklarında bile kaymalar görünür hale geldi.

Bizim için savaş düğündür

Onları kusturacak kadar ağır ve taşınması çok zor bu meseleler, bütün ağırlığı ile Türk milletinin üzerine çökmüş durumda. Gençleri yarınlarını düşünmekten alıkoyan bu meseleler, toplumun bütün kesimlerini rahatsız ediyor. Bu rahatsızlık her geçen gün biraz daha artıyor. Gittikçe ağırlaşan şartlar söz konusu. Dolayısıyla bu yazımın konusu da ağırlaşan şartlara dair olacak.

Trablusgarp’ta savaşırken, fırsat bulunca eğlence düzenleyen, saz çalıp türkü söyleyen, söylettiren Mustafa Kemal misali neşemizi kaybetmemeliyiz ama sorunlarımızı görmezden gelerek ya da halının altına süpürerek halletme şansımız yoktur. Çünkü hayat da bizim vatan da…

MİSAK’ta yayımlanan ilk yazım 2017 Kasım’ındaki “Yönetenlerin yönetemez hale geldiği ülke: Türkiye” idi. 2019’a girdiğimizdeki ilk yazı ise “Yönetilemez hale getirilen devlet: Türkiye” idi. Bu arada yazılanlar da benzer konuları ele alıyordu. Evet, Türkiye hem yönetilemiyor hem de yönetilemez halde. Söylediklerim karamsarlık gibi görünebilir belki ama Atsız’ın “Bizim için savaş düğündür” dediği gibi her şartta biz düğünümüzü yaparız. Ancak Büyük Atatürk’ün Amasya Tamimi’nin 4’üncü maddesindeki “Milletin hal ve davranışını göz önünde tutmak ve haklarını dile getirip dünyaya duyurmak…” emrinden de asla çıkmayız.

Seçim sonrası olanlar

Seçim sonrasındaki ilk yazımda, seçim sürecinde yaşananların Türk milleti üzerindeki etkilerine değinmiştim. Görülen o ki neredeyse cinnet halini alan bu psikoloji çok daha tehlikeli boyutlara ulaştı. Fakat hiç kimse bunun sorumluluğunu almıyor. Hatta normalleşme için önemli bir fırsat da kaçırıldı. Cumhurbaşkanı, CHP Genel Başkanı’na şehit cenazesinde yapılan saldırının hemen sonrasında kendisini arayıp geçmiş olsun dese ya da CHP Genel Merkezi’ni ziyaret etse normalleşme sürecine girilecek ama nefret dili devam ediyor. Saldırının faili toplumun bir kesiminde kahraman haline getirilmiş vaziyette.

Ankara’nın Çubuk ilçesinde, şehit cenazesindeki linç girişimi için sorguya alınanlar, seçimlerde teröristlerin partisiyle yaptıkları ittifaktan rahatsız olduk; ondan yaptık diye ifade vermişlerdir. Ne hazindir ki bölücülerin partisinin eski genel başkanı Selahattin Demirtaş, mahkemede yaptığı savunmasında: “Devletin sahil güvenlik güçleri, partimin heyetini 23 defa Marmara’daki İmralı Adasına götürdü. Bunların sekizinde bizzat ben vardım. Defalarca Kandil’de KCK (PKK anlamak lazım H.P) üst yönetimiyle görüşmeye gittik. Tamamı da hükümetin bilgisi, desteği ve onayıyla gerçekleşti. Kara yoluyla gidişlerimizde, Sınıra kadar da İçişleri Bakanlığı’na bağlı güvenlik personelinin korumasında gittik. Dönüşte de hükümet ile görüştük.” demiştir. O dönem bunlar yazılıp söylendiğinde kimse bırakın yumruk atmayı, kılını bile kıpırdatmamışken bugün bunların olması çok manidardır.

Çubuk’taki olayların video ve fotoğrafları dikkatle incelendiğinde, gözlerdeki nefret çok açık görülüyor. Peki, bu nefret niçin? Türk milletini kim bu hale getirdi? Sorumlular kim?

Sorumluluk kimin?

Bir savaş, savaşılan yerin adıyla, anlatılırken de komutanların adı ile anılır. Mesela Malazgirt Ovası’nda Selçuklu ile Bizans arasındaki savaş, Alparslan ve Romen Diyojen ile anılır. II. Dünya Harbi’nin meşhur komutanının verdiği bir emrin doğruluğunu tartışan karargah subayına “Hayır buradan gideceğiz. Savaşın sonunda sen değil ben yargılanacağım” dediği meşhurdur. İstiklâl Harbi’nde, Büyük Taarruz’un planları tartışılırken riskli bulunduğunda, büyük dahi Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutan olarak “sorumluluğu ben alıyorum, bu plan uygulanacaktır” dediği tarihe geçmiştir. Kazanan da kaybeden de tarihe geçer. Sorumluluk yetki sahibine aittir.

31 Mart seçimlerinin tek mağlubu vardır, o da Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’dir…  Bütün seçim bölgelerinde yarış, Cumhurbaşkanı ile diğer adaylar arasındaymış gibi bir seçim yaşandı. Bütün adaylar bana oy verirseniz cumhurbaşkanımıza oy vermiş olursunuz diyerek propaganda yaptı. Özellikle bu İstanbul ve Ankara’da daha belirgin bir şekilde görüldü. Cumhurbaşkanı, İstanbul’da, sadece 29 ve 30 Mart’ta 14 miting yaptı. Son iki haftada günde iki ya da üç miting yapıp, akşamları da televizyonlara çıktı.

Peki, bugün niçin yanlışlıkların hepsi de üst akla, dış güçlere, emperyalizme, muhalefete, bölücülere ilah… Hep başkasına yıkılmaktadır? Bunun tek cevabı vardır: Türkiye yönetilemez hale gelmiştir.

Sadece AKP Genel Başkanı olsa hadi neyse, ancak bütün bu süreç Cumhurbaşkanı olarak yaşandı. Devletin bütün güçleri bir tarafta, diğer partiler kendi güçleri ile diğer tarafta… En ufak bir dil sürçmesi bile Cumhurbaşkanına hakaret olabilecek diye değerlendirildi. Türk devletinin, cumhurbaşkanlığının böyle polemiklerle yıpratılması devlete çok daha fazla zarar verdi.

Bütün bunların sebebi ne ola ki?

AKP Genel Başkanı, ÖNDER İmam Hatip Mezunları Derneği’nin genel kurulunda yaptığı konuşmada, İmam Hatiplilerin birer dava adamı olduğundan ve “imam hatipler etrafında yürütülen mücadele sayesinde…” ifadeleriyle kurtuluştan bahsetti (13 Nisan 2019). Buna benzer sayısız konuşması vardı. Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu da yaptığı açıklamada: “…bir ömrünü bu davaya adamış ve ortak mücadele vermiş insanlar…”dan bahsetti (22 Nisan 2019, gazeteler). Yani, ortada ideolojik bir dava ve dolayısıyla siyasi bir hedef var.

Bu hedef, AKP Genel Başkanı’nın: “Demiri soğutmak gerek. Türkiye ittifakı olmalı” sözlerine, CHP ve anlaşılmaz bir şekilde İYİ Parti destek verdiler. Sadece Devlet Bahçeli, o da “Coğrafyaya dayalı ittifak olmaz, ittifakımız cumhur iledir. Biz bunu anlayamadık” diye tepki gösterdi.   Bunun üzerine AKP Genel Başkanı, Meclis’te yapılan 23 Nisan resepsiyonunda “Türkiye İttifakı, … 82 milyonu biz bir ittifak içerisinde ‘tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet’ olarak topluyoruz. Kastımız da budur” diyerek açıklama getirdi. Yani, Türk adının isimsiz millet ile unsurların eşitliği hedefi yeniden ortaya konuldu.

Düvel-i muazzama el ovuşturmakta…

Suriye, sığınmacılar, Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Ege Adaları, Patrikhane, Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı gibi dış meseleler ve bunlarla doğrudan ilgili büyük dış borç krizi çözüm için bizi bekliyor. Bunların çözümü içeride birlik ve istikrarlı siyaset ile mümkündür. İçeride birlik olabilmek nefret dilini terk etmek ve Millî devlet yapısını tehditten vaz geçmekle olur. İstikrarlı siyaset ise Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden tekrar eskiye, parlamenter sisteme dönerek sağlanacaktır.

Bugünkü sistemde beş yıllığına seçilen cumhurbaşkanı ve onun atadığı ekip görev yapmaktadır. Bir insanın alacağı kararlarla yönetilecek bir devlet yapısı söz konudur. Türkiye bir kişinin omuzları ile taşınabilecek kadar küçük bir devlet değildir. Türk Devletinin ağırlığını taşıyabilecek bir kişi de daha doğmamıştır. Dolayısıyla derhal yeniden bir düzen kurulmalıdır.

Ayrıca seçilecek cumhurbaşkanı 5 yıllığına seçilmektedir. Yapılacak bir yanlış, çıkabilecek siyasi bir kriz ya da herhangi bir sebeple yenilenme, sadece seçimle olacaktır. Hâlbuki parlamenter sistemde Meclis içinden başka bir çözüm bulunamadığı takdirde seçime gidilmektedir. Parlamenter sistemde en son çare olan seçim, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde tek çaredir. Bu da bugünkü gibi çok büyük problemler halinde, millî menfaatlerimize halel getirecek zaman kaybına yol açabilecektir. Bunun telafisi de yoktur.

Türk milliyetçileri tıpkı 20’nci yüzyılın başındaki gibi duruma vaziyet etmeli ve Türk milletinin meselelerine sahip çıkmalıdır. Büyük Atatürk’ün emrine uyarak “Milletin içinde bulunduğu durumu gür sesle tüm cihana duyuracak (Amasya Tamimi Md.4)” tedbirleri alma zamanı geçmektedir.