Türk tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar kurulan tüm devletler Mutlakıyet esasına dayalı bir yapıya sahipti ve bu mutlakıyet anlayışı ile yönetilmiştir. Ancak Meşrutiyetle tanışmamız Osmanlı’nın son dönemlerine tekabül etmiştir. Osmanlı öncesi kurulan 15 devlette de Hakan, Han, Sultan ya da Padişah Mutlak egemendi. Osmanlının son yüzyılında (1876) II. Abdülhamit tarafından ilk Anaysa kabul edildi ve 1877’de de Meclis açıldı. Böylece ilk kez Mutlakıyetten, Meşruti Monarşiye geçildi. Ülke, Padişah, Ayanlar ve halkın seçtiği Meclis tarafından yönetilecekti. Meşruti Monarşi ile halk ilk kez yönetime katılma hakkı kazandı. Meclisi Mebussan ve Meclisi Ayan olmak üzere iki meclis oluşturuldu. Meclisi Mebusan’ın üyeleri halk, Ayan Meclisi üyeleri ise padişah tarafından seçilecekti.

Halkın seçme özgürlüğü uzun sürmedi ve ne yazık ki çeşitli neden ve bahanelerle Mebuslar Meclisi süresiz olarak kapatıldı. Daha sonra aydınlardan ve çeşitli kesimlerden gelen yoğun baskı nedeniyle Padişah 1908’de İkinci Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı ve Mebuslar Meclisi tekrar açıldı. Ta ki, devlet yıkılana kadar bu böyle devam etti. Zaten çok uzun sürmedi. Osmanlı devleti girdiği cihan harbinden büyük bir hezimetle çıktı ve itilaf devletlerince işgale uğradı.

Türk halkı Atatürk önderliğinde mücadele başlatılarak yeni bir devlet kuruldu. Daha önceki devlet meşrutiyetle yönetiliyordu ve başta Padişah bulunuyordu. Yeni devleti kuranlar bundan hoşnut değildi. Zaten onlar Osmanlı döneminde halkın egemenliği için mücadele edenlerdi. Onlara göre halkın egemenliğinin tam olarak yansıması padişahlığın kaldırılması ve halkın yönetimine dayanan yeni bir rejimle mümkündü. Zira başta padişah var iken halkın iradesi tam olarak yansıtılamazdı. Bunu gördükleri için halkın egemenliği ön plana çıkartıldı ve kurucu üyelerin halkın egemenliğine ne kadar çok önem verdikleri her yerde vurgulandı. İlk kez 1920 de seçim yapıldı ve ilk meclis oluşturuldu. İlk meclis tam bir ülke mozaiği idi. Her kesim den insanlar meclise girmiş ve herkesim temsil ediliyordu. Kürdü, Türkü, dincisi, laiki, yenilikçisi vs. yani halk ilk kez istediğini seçmişti.

1923’te Cumhuriyet’in kurulmasıyla ülkeyi kuranlar galiba birazda sahiplendi (insanımız belli bir müddet sonra bulunduğu yeri sahipleniyor veya kendisiyle özdeşleştiriyor). Atatürk ve arkadaşları bir parti kurarak o parti ile ülkeyi yönetmeye başladı. Artık halk padişahtan kurtulmuştu ve istediğini seçecekti ama seçemedi. Halk sadece kendisine gösterilen adaylara oy vermek mecburiyetinde kaldı. Çünkü seçme işi iki ya da daha fazla aday arasından birini tercih etmektir. Fakat insanımız sadece CHP’li olanları seçiyordu. Daha doğrusu onları seçmek zorunda kalıyor veya onaylıyordu. Erkekler yönetenleri onaylamaktan memnun olmuş ki, kadınlara da onaylama pardon seçme ve seçilme hakkı (1933-34) tanındı. Kadınlar da artık onaylama yetkisine sahipti.

Bu onaylama hakkı 1946 da seçme işine dönmeye başladı ancak gerçekte seçme hakkı 1950 de gerçekleşecekti. Daha sonra da birçok gerekçe, yalan ve bahanelerle halkın seçme ve seçilme hakkı elinden alındı.

Kimileri dinci terörist, kimileri Kürt terörist olarak anıldı ve bu adaylar çeşitli bahanelerle hapislere atıldı. Böylece Cumhuriyetin ilk yıllarından beri hakkımız olan seçme ve seçilme hakkını kullanamaz bir durumda ilerledik. Birçok seçilen ve seçen kişi tehdit olarak algılandı ve vatan hainliğinden devleti bölme faaliyetine kadar birçok konuda yargılandı. Birçok Kürt, komünist, sosyalist ve dindar siyasetçi hapse atıldı veya çeşitli nedenlerle siyaset alanları daraltılarak sindirildi. En bariz örneği şimdiki

Reisicumhurumuz bile seçilme hakkı elinden alınanlardandır. Sadece okuduğu bir şiir nedeniyle hapse atılarak onu seçenlerin seçme, kendisinin ise seçilme hakkı elinden alınmıştır.

Peki, günümüzde seçme ve seçilme hakkını istediğimiz gibi kullanabiliyor muyuz?

Evet, günümüzde de maalesef seçme ve seçilme hakkını herkes tam anlamıyla kullanamıyor. Seçilen bir kişi hapisten çıkartılmıyor (suçlu ise nasıl aday oluyor, aday olabiliyorsa neden hapiste, ya çıkartacaksın ya da onun aday olmasını kanunen yasaklayacaksın).

Seçme ve seçilmeye en büyük engel siyasi partiler kanunudur. Bu kanunun getirdiği onaylama yetkisi de gerçek seçimleri engelliyor. Bu kanunla lider kendisini seçecekleri seçiyor sonra da bu seçilenler lideri seçiyor. Yani al gülüm ver gülüm meselesi, bu nedenle seçimler kaybedilse de genel başkanlık kaybedilmiyor. Partilerdeki delege ve üye seçimleri de onaylama şeklinde olduğu için kaliteli ve başarılı adaylar çıkamıyor.

Takım tutar gibi parti tutanlar, istemediği veya beğenmediği kişilere oy verenler seçme hakkını değil onaylama hakkını kullanıyor. Yani seçme ve seçilme hakkına bir engel de ülkedeki Demokrasi kültürü veya bilinç eksikliğidir. Demokrasinin tam yerleşmemiş olması ve bilinç eksikliği nedeniyle halk seçme hakkını değil, onaylama hakkını kullanıyor. Bu nedenle halk lideri veya partisinin seçtiği adayı istemeyerek de olsa hatta bazen küfür de etse seçmek daha doğrusu onaylamak zorunda kalıyor. Bu konuda hemen her parti ve partili aynı tutumu sergilemektedir.

Buradan da halkın bazılarının hala seçme ve seçilme hakkı yerine onaylama hakkını kullandığını anlıyoruz. Çoğunluk ne zaman ki seçme ve seçilme hakkını kullanmak ister işte o zaman biz seçme ve seçilme hakkını kullanmış oluruz ve ülke daha iyi değişir, gelişir. Saygılar.