AK PARTİ, kökleri 1994 yılına dayanan ulu bir çınardır.

Tayyip Erdoğan’ı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına taşıyan, oradan da Ak Parti’nin doğmasına ve Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı sürecine götüren ruhtur.

Şimdi Erdoğan yeniden İstanbul’u alabilmek için, işte o ruha, yani 1994 ‘e vurgu yapıyor.

“Metal yorgunluk dedi, kendinize gelin dedi, halka tepeden bakmayın dedi… Dedi de dedi, lakin hala Ak Parti içerisindeki ayrık otları tam olarak temizleyemedi”.

Bendeniz öteden beri Eba Müslim Horasan’ın şu veciz sözünü söylerim.

Ak Parti bugün bu süreci yaşıyor. O söz şöyle: “Onlar, zarar vermeyeceklerinden emin oldukları için dostlarını kendilerinden uzak tuttular. Kendilerine bağlamak ve kazanmak için de düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırılan düşman dost olmadı. Ama uzaklaştırılan dost düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince yıkılmaları mukadder oldu.”

*

Sahi niye böyle oldu? Biz hangi ara bu hale geldik?

Sahi niye artık Halk,  kendisini Ak Parti’de göremez oldu?

Müsaadenizle anlatayım:

AK Parti 2002’de kurulduğunda halkla bütünleşmişti. Daha doğrusu; mağdur edilen Erdoğan (şiir okudu, hapse atıldı, genel başkan oldu, milletvekili olamadı, partisi kapatılmak istendi) ’a bu millet sahip çıktı ve sinesine bastı onu. Erdoğan da bugünlere hep halk desteğiyle geldi.

Benzetmek gerekirse; Erdoğan ve partisi, binanın harcı, millet ise temeli oldu. Temel üzerinden yükselen duvarlar, milletin kendisiydi ve ona yabancı değildi.

Karşılıklı olarak böylesine bir sevgi çemberi oluşturmuşlardı…

Bu öylesine bir sevgiydi ki; Halk Ak Parti’ye yürümüyor adeta koşuyordu…

Gönüllülük esastı… Gönüllerin bam teline dokunuluyordu…

Hemen hemen herkes kendine gönülden görev ahdediyordu…

Mahallelerde girilmedik ev bırakılmıyor, ulaşmadık kimse kalmıyordu…

*

Ne değişti?

Değişen şu oldu:

Köklerini ta 1994’ten alan 2002 deki o ruh kayboldu…

Gittikçe de kayboluyor…

Hızla değerlerimizden uzaklaşıyoruz. Aile yapısı, çıkartılan kanunlarla çökmek üzere. Öğretmen öğrencisine karışamaz oldu. Bırakın kötü bir sözü bir fiske vuramaz oldu. Böylece de toplumsal doku zedelendi. Öğretmenim ahh canım öğretmenim diyen gençlik kaldı mı? Yahu kardeşim gün geçmiyor ki, “Uzaklaştırma kararı bulunan eş, evini basarak, çocuklarının gözü önünde eşini katletti” haberlerini duymayalım. Eskiden aklı başında iki insan araya girer, kadın ile kocayı barıştırırdı. Şimdi polisi işin içine dâhil ettik… Allah aşkına şiddet önlendi mi? İddia ediyorum, elli kat arttı… Ahhh ah, hangi birisini anlatalım ki…

*

Nerde kapitalist bir zengin bir işadamı var, ona koşuldu. Seçim çalışmalarında üç tekerlekli motoruyla partiye destek veren garipler, samimi kadınlar ve dava adamları dışlandı.

Kapitalist zenginlere; fabrikalardaki işçilerin “ağa babası” denildi…

O ne söylerse işçiler tutar, yerine getirir denildi…

Mahallelerden kopuldu…

“Ne gerek vardı canım mahallenin ayağı çarıklı, elbisesi eski-yamalı- garibanlarına… Nasıl olsa Erdoğan sayesinde seçimler alınıyor. Yan gel yat oğlum, neyine gerek Bertiz’in tozlu yollarında çalışmak”  denildi.

Sevilen sayılan, davaya her daim gönül veren insanlar unutuldu…

Kapıya geleni, hele hele bir meselesi olanı; bırakın dinleyip derdine derman olmayı, içeriye dahi almamaya başladılar…

“Git gelme, burada işin yok, biz her şeyi yapıyoruz” denildi…

Halktan kopulmaya başlandı. Düşünen, eleştiren kalemlere Fetöcü, hatta satılık kalem denilmeye başlandı. Partiyi tepeden kuşatanlar, alt kattaki gelişmelere, halkın perişanlığına Fransız kaldılar.

Halktan kopulduğunda, halkın desteği bittiğinde, iktidarı kaybedeceğini aklına dahi getirmek istenmedi. Sosyolog İbni Haldun bir kez daha haklı çıktı. Büyük üstat, siyaset ve iktidarı insan ömrüne benzeterek şunları söylüyordu: “İnsan ömrüne benzer bir hayat geçiren devlet, aynı zamanda onun büyüme, genişleme ve çökme devirlerini de” geçirecektir. İbni Haldun bu devrelere “siyasi toplumun geçireceği tavırlar” ismini veriyor ve bu tavırları şöyle ayırıyor:

Birinci tavır; “Zafer tavrı”dır. Henüz siyasi iktidarda mutlakiyet meydana gelmemiştir, asabiyet devam etmektedir.

İkinci tavır; “İstibdat tavrı”dır. Sebep asabiyeti nesep asabiyetini bir kenara atmış, hükümdarla kabilesi arasında bir ayrılık ortaya çıkmış, mutlakiyet yerleşmiştir.

Üçüncü tavır; “Fera tavrı”dır. Bu aşamada medenilik tüm olgunluğunu mimaride, zanaatlarda ve güzel sanatlarda bulmuş, mutlakiyet rejimi huzur devrine kavuşmuştur.

Dördüncü tavır; “Sulh tavrı”dır. Devlet, öncekilerinin elde ettikleri ile kanaat eder ve diğer devletlerle sulh içinde yaşar.

Beşinci tavır; “İsraf tavrı” dır. Bu tavırda hükümdar, devletin servetini kendi heva ve hevesi için tüketir. Kendisine bağlı olan insanları kaybeder. Devlet müzmin bir hastalığa hastalanır ve nihayetinde çöker.

*

Şimdi ömründe bir kez dahi İbni Haldun’un “Mukaddime” isimli eserini okumayanlar, elimizden kimse iktidarı alamaz demeye başladılar. Ya hu Erdoğan; İstanbul’u alan Türkiye’yi alır diyerek yola çıkmamış mıydı? Şimdi 31 Mart seçimlerinin neden yenilendiğini anladınız mı? İstanbul hem iktidar hem de muhalefet için altın değerinde öneme sahiptir. İktidar cephesinden söyleyecek olursak, Ak Parti İstanbul’u kaybederse, Türkiye’yi de kaybedecek, kazanırsa; gücünü adaletle yoğurursa bir süre daha devam edecektir. CHP ise İmamoğlu ile bir rüzgâr yakaladı. Eğer İstanbul’u alırsam, sırada Türkiye var diyor.

*

Devam edelim efendim…

15 Temmuz da FETÖ niye hüsrana uğradı biliyor musunuz?

Halkı yanına çekemediği için. O hain Fetö’ ki;

Zekâlı gençleri bir bir buldu, kandırdı, etrafına topladı…

Kendisine biat eden zenginlerden milyonlarca dolar topladı…

Her şeye sahibim dedi. 40 yıl ördüğü kozası ile devletin kılcal damarlarına kadar sızdı.

ABD ve İsrail’in küresel desteğiyle; tamam artık, ülkeyi ele geçiririm dedi.

Ama bir şeyi unuttu…

Halkı…

Müslüman Türk toplumun desteğini almayı unuttu. Daha doğrusu, Fetö’nün kullandığı dil, argümanlar bu toplumun kotlarıyla, geniyle uyuşmadı.

Onun için, 15 Temmuz'da halk direnişi oldu…

Onun için, halk Erdoğan’ı yedirmedi…

Onun için, set çekti…

Onun için, siper oldu…

Ve onun için, canını verdi…

*

Demem odur ki:

Halkı yok saymak, bir siyasi partinin kendini yok saymasıdır…

Hele hele Yüce Türk Milleti asırlardır kendi özü doğrultusunda hep liderini seçmiştir…

Ne zaman seçtiği liderin kendisinden uzaklaştığını hissederse… İşte o vakit desteğini çeker ve çöküş süreci başlar. Çöküş süreci, dipten gelen bir dalga ile başlar. Eğer o dalgayı engellemezseniz, sizi önüne katar ve darmadağın eder.

Umarım Başkan Erdoğan, teşkilatlardaki bu halktan kopmaların önüne geçer…

Hep benim olsun diyen, belediyelere kendi akrabalarını, kızını, oğlunu, hem de seçim ertesi yerleştirmeye kalkan bazı zihniyetleri, hele hele parti teşkilatlarındaki o kendini beğenen tipleri, Vakko’dan giyinmeyi marifet sayanları, oğlunu, eşini, müdür yapanları, belirler ve durun bakalım artık bu oyunda yoksunuz demezse?

“Padişahım sen çok yaşa” diyen dalkavukları temizlemezse?

Ve Halka tepeden bakan siyasetçileri kapının önüne koymazsa?

Gerçekten durum vahimdir…

*

Sözün özü şu:

Başkan Erdoğan’ın etrafını sarmalayanların, bir şey görmemesi için ağ tabakasını örenlerin olduğuna inanıyorum…

Silkelen büyük reis diyorum…

2002 ruhunu tekrar canlandır diyorum.

O eski günlere dönme mesajlarını icraatlarla halka sun diyorum.

Benim ki gönülden bir sesleniş.

Benim ki yürekten bir haykırış.

Umarım bu sesleniş ve haykırışlarım size ulaşır.

Sizin, bizim, hepimizin ortak paydası Türkiye’nin kalkınması, hür, demokratik, ekonomisi güçlü bir ülke olmasıdır.

Ve sizin başarılı olmanız, Türkiye’nin başarılı olmasıdır…

“Ve ben 2002 ruhunu tekrar istiyorum”.