KAHRAMANMARAŞ’TA yaşıyoruz, bazı çarpıklıklara ve yanlışlara tanıklık edince duramıyor, hemen bilgisayarın başına oturup, siyasetçisine, Büyükşehir Başkanına, işadamına hiç fark etmiyor, kim yanlış yapıyorsa makam ve mevkisine bakmadan pat küt yazıyoruz!

Sonra ayıkla pirincin taşını!

Sitem edenler, gönül koyanlar, selâmı sabahı kesenler! Ve tabi Adliye de soluk alanlar!

Ne demişler ''doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar'' diye…

Ben şahsen yılladır bildiğim doğruları söylemekten, yazmaktan hiç çekinmeden doğruyu söylemeye, doğruları araştırıp, yazmaya çalıştım.

Maalesef insanlar toplum içinde yaşamaya başladığından beri, çıkarı gereği, her düşündüğünü, her duyduğunu, olduğu gibi anlatmaktan kaçınmış, hep bir şeyler gizleyerek başkalarıyla ilişki kurmuşlar, gizlediklerini başkalarından çıkarını sağlamak için söylememişler.

Hep birbirlerinin hatalarını görmezden, söyledikleri kötü sözleri duymazdan gelmişler, çıkarı için, doğru olmadığına inandığı şeyleri bile söyleyerek günü kurtarmanın peşine düşmüşler!

Oysa insana yakışan, kendisini olduğu gibi ortaya koymak değil mi?

Doğru bildiklerini hiç kimseden korkmadan, hakaret etmeden, bel altı vurmadan, aileyi karıştırmadan, ''başkaları ne der?, küser mi, kırılır mı?'' diye düşünmeden söylemek her insanın asli görevi değil mi?

Suya sabuna dokunmadan, çobanın köpeğini över gibi beslendikleri kişileri övüp, çıkar peşinde koşanlar, yağcılık ve yalakalıkla gördüklerini gizlemeyi tercih eden insan müsveddelerinin çoğunlukta olduğu bir dönemden geçiyoruz.

Bu şehir de etrafınıza bir bakın nice yalakaları, menfaatçileri, taklacılarını görünce, kendinizi dağlara çıkıp börtü böceklerle, çiçeklerle, kuşlarla, doğayla yalnız yaşamayı bile tercih edersiniz. 

Ama bizim gibi birkaç bu şehrin evladı kuyruğu dikip, kimse ne der? Ne düşünür? Endişesine kapılmadan doğruları, ama sadece doğruları ortaya koyarlar.

Bu durum çıkarcı insanlar tarafından hoş karşılanmasa da, kelaynak kuşu gibi neslimiz azalsa da, bildiklerimizi, gördüklerimizi, yazmaya devam edeceğiz.

Ve size bugün…

Her koltuğa oturanın ibretle okuyacağı güzel bir alıntı yazısını paylaşmak istiyorum:

*

TEKERLEKLİ SANDALYE VE KİBİR ABİDESİ BELEDİYE BAŞKANI

Belediye başkanı‚ geniş rahat makam koltuğunda huzursuzca kımıldandı. Sesine daha bir otorite katarak kapıdaki ihtiyara seslendi;

-Ne istiyorsan‚ söyle amca!

-Şey‚ efendim. Benim bacaklarından özürlü bir torunum var.

-Anlaşıldı anlaşıldı… Belediye aracılığıyla dağıtılacak tekerlekli sandalyeleri duydun‚ ondan istiyorsun… Kusura bakma‚ sayısı az… Başvurular alınacak‚ sonra kura çekilecek… Şansına artık.

-Yok efendim‚ onun için gelmedim. Torunumun tekerlekli sandalyesi var.

-Eee… Derdin nedir öyleyse?

-Tekerlekli sandalyesi var da‚ rahatça dolaştıramıyoruz. Başka şehirlerde belediyeler yardımcı oluyormuş. Onlara uygun otobüsleri veya dolmuşları oluyormuş. Ama bize şimdilik kaldırımları düzenleseniz yeter. Kaldırımların başlangıcıyla sonuna bu arabalarla kolayca geçilecek yerler yapsanız diye talepte bulunacaktım.

-Oooo amca‚ her gelenin bir talebi var… Belediye boş mu duruyor sanıyorsun… Çoğu yerin kaldırımı bile yok‚ önce onlarla uğraşmalıyız… Hele bir eskisi şekliyle tüm kaldırımları bitirelim‚ birkaç sene sonra da ek bütçe olursa‚ kaldırım girişlerine baktırırız… Öyle he demeyle olmaz her iş.

-Ama birkaç sene demek‚ torunumun ve onun gibi yaşamak zorunda olanların‚ en güzel çağlarını evde hapis geçirmesi demek.

-Bak amca‚ ben koskoca belediye başkanıyım. Herkese bu kadar vakit ayırırsak işimiz var.

O sırada başkanın yardımcısı telaşlı bir halde içeri girdi;

-Efendim trafikten aradılar!

-Noldu büyük bir kaza mı olmuş? Çok ölen mi olmuş‚ nedir bu telaşın?

-Bir çocuğa araba çarpmış.

Başkan sakinleşerek‚ koltuğuna doğru adım attı.

-Ne yapayım yahu‚ her kazaya belediye başkanı mı koşacak. Amca sen de çık artık. Görüyorsun işlerimiz var.

İhtiyar adam‚ boynu bükük dışarı yürüdü. Başkanın yardımcısı devam etti;

-Efendim‚ …çocuk‚ …çocuk sizin torununuzmuş.

Belediye başkanı‚ sendeleyerek koltuğuna oturdu. Gözünün önünde önce torununun gülen yüzü canlandı‚ sonra da tekerlekli bir sandalyede ağlayışı.

Titrer gibi bir sesle;

-Az önce çıkan ihtiyarı çağırın çabuk.

İhtiyar adam kapının önündeki koltukta başı önde oturuyordu. Çağrılınca içeri biraz heyecan‚ biraz çekingenlikle girdi;

-Buyrun.

-Amca‚ söz veriyorum kaldırımları yaptıracağım ama nolur beddua ettiysen geri al.

-Kırıldım ama beddua etmedim.

-Nolur o zaman‚ torunum için dua et.

O esnada telefon çaldı‚ başkanın uzanmayacağını anlayan yardımcısı telefonu açtı‚ sonra başkana uzattı;

-Kızınız arıyor efendim.

Kötü haber bekleyen başkan‚ dudaklarını ısırarak konuştu;

-Aaa..aloo

-Baba‚ az önce kızıma araba çarptı ama…

-Eee… Evet‚ durumu nasıl? ...ba..bacak...ları

-Merak etme‚ sadece burnu kanamış. Biz hastanedeyiz‚ duyar da merak edersin diye aradım.

Başkan ağlayışı duyulmasın diye hızla kapattı telefonu.

Yardımcısı diğer telefonu uzattı;

-Efendim diğer telefonda emniyetten arıyorlar. Kazayı yapan şoförü tutuklamışlar. Şikâyet tutanağı için bekliyorlarmış‚ aileden birinin gelmesi gerekiyormuş.

Başkan‚ hâlâ kapıda bekleyen ihtiyara dalgın dalgın baktıktan sonra;

-Bıraksınlar‚ gitsin.

-Makamın hırsına kapılıp‚ burnumuz büyüyünce‚ Mevla’mın bizi ikaz için gönderdiği bir vesile o.

-Biz alacağımız dersi aldık‚ onun bir suçu yok‚ suç bizim.

-Şikâyetçi değiliz‚ bıraksınlar… (Alıntı)

*

Demem odur ki:

O oturulan koltuklardan bir gün kalkacağınızı unutmayınız…

Kırdığınız gönülleri, başınızı yastığa koyduğunuzda iyice bir düşününüz…

Beddua almayınız…

Her şeye sahip olabilirsiniz… Tahtınız, makamınız, her şeyiniz olabilir…

Ancak…

Gönüllerde taht kuramamışsanız…

Kaybetmeye, yalnız kalmaya, mahkum olursunuz…