İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener partisinin grup toplantısında gündemi değerlendiriyor.

Akşener'in satırbaşları şöyle:

Polonya Parlamentosu, Dünya Türklüğü ve Kırım'ın sembol ismi, ömrü sürgünlerde, zindanlarda geçmiş değerli büyüğüm Mustafa Abdulcemil Kırımoğlu'nun Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterilmesi için karar aldı. Büyük memnuniyetle karşılıyoruz. TBMM'de alacağımız bir kararla destek olalım istiyoruz. Kahramanımızı Nobel Barış Ödülü'ne biz de aday gösterelim.

Çanakkale Zaferi
İki gün sonra yani 18 Mart muhteşem tarihimizin destansı bir durağı olan Çanakkale Zaferimizin yıl dönümü. Çanakkale bir ruhtur. İnanmışlığın, kahramanlığın, bağımsızlığın vücut bulduğu bir ruhtur. Kurtuluş Savaşı'nın tohumları Çanakkale'de ekilmiştir. Gazi Mustafa Kemal'i Türk Milleti'ne Çanakkale armağan etmiştir. Medeniyet yolunun taşlarını yalnızca cesurlar döşer. Çanakkale işte o cesaretin ta kendisidir.

İktidarın yeni ekonomi modeli
Ak Parti iktidarının, Akıl ve bilimden uzak, Cumhuriyet değerlerimizle de sorunu olan yönetim anlayışı -hele Atatürk'le de sorunlarını bir türlü çözemediler- artık iyice hastalıklı bir hâl aldı. Makyavel’i gururlandıracak türden bir bakış açısına sahip, üstün liyakatli Ak Parti kadrolarının elinde, ekonomimiz can çekişiyor. 6 aydır öve öve bitiremedikleri rekabetçi kur masalı, gelinen noktada, âdeta bir korku filmine dönüştü. “Beştepe Sokağı’nda Kâbus…”

Gelin hafızamızı birlikte tazeleyelim: Sayın Kruger ve arkadaşlarının, “yeni” ekonomi modeli neydi? Politika faizini düşür. Türk Lirası’nın değerini düşür. İhracatı arttır. Cari fazla oluştur. Ve bu şekilde enflasyonu düşür. Model buydu değil mi? Üstelik; Bay Kriz’in, Nobellik teorisini temel alan bu model, hem Nass ile, hem de ittifakın minik ortağının, hayallerini süsleyen, Çin görünümlü Bangladeş modeliyle de uyumluydu, değil mi? Peki ne oldu? Milletimize kurtuluş reçetesi olarak pazarlanan, bu sözüm ona modele geçişin üzerinden, 6 ay geçti... Faizler düştü mü? Düşmedi. Bir tek, Merkez Bankası faizleri düştü, diğer tüm faizler göklere çıktı. Faiz lobileri bayram etti. Peki Türk Lirası değersiz hâle gelince, ihracatımız arttı mı? Doğrudur arttı. Ama ithalatımız daha da fazla arttığı için, bu hiçbir işe yaramadı... Üstelik daha az miktarda malı, daha fazla para ödeyerek ithal ettik. Peki cari fazla verip, enflasyonu düşürdük mü? Bırakın cari fazlayı, son 4 yılın en yüksek cari açığını verdik. Peki enflasyon düştü mü? Maalesef o da hayır…Hatta Ak Parti’nin, iktidarı devraldığı zamankinden, daha yüksek bir enflasyonla, karşı karşıyayız. Üretici fiyat enflasyonu, yüzde 100’ün üzerinde. Tüketici enflasyonu da, yüzde 50’nin üzerinde. Üstelik TÜİK’e göre… Peki ekonomik büyümeye ne oldu? Yavaşlama sinyalleri veriyor. Yani; hem cari açık yükseldi, hem enflasyon arttı, hem de büyüme yavaşladı. Maşallah üçü bir arada…

Ez cümle; Bay Kriz ve arkadaşlarının bu dahiyane ekonomik modelleri sonucunda, iyiye giden, tek bir ekonomik gösterge bile yok. Ama ilginçtir; Milletimiz böyle ibretlik bir tabloyla karşı karşıyayken; Bu arkadaşlar hala bizleri, ısrarla, her geçen gün ağırlaşan sorunlarımızın, aslında var olmadığına, ikna etmek için uğraşıyorlar. Yani ekonomik modeller gelip geçiyor, ama ikna siyaseti tam gaz sürüyor…

Erdoğan'ın 'ayçiçek yağı' savunması
Nitekim geçtiğimiz günlerde, Bay Kriz çıktı; “Bizim Ayçiçek yağı, zeytin yağı gibi sorunlarımız yok.” dedi. Şaşırdık mı? Şaşırmadık. Çünkü, kendisine göre, ülkemizde zaten; Evine ekmek götüremeyen de yok. Akaryakıt kuyruğu da yok. Ekmek kuyruğu da yok. İşsizlik de yok. Yoksulluk da yok. Yolsuzluk da yok. Hatta Türkiye’de hiçbir sorun yok, milletçe Şirinler Köyü’nde yaşıyoruz… Bu arkadaşımıza göre, bizler nankörlük ediyoruz. Milletçe toplanmışız, kafamızdan sorun uyduruyoruz. Hiç sorunumuz olmamasına rağmen; sırf üşendiğimizden, evimize ekmek götürmek istemiyoruz. Her şey güllük gülistanlık olmasına rağmen; biz tembeliz, milletçe iş beğenmiyoruz.

Aslında, herkes çok mutlu ama; Sırf onu gıcık etmek için, milletçe mutsuzmuş gibi yapıyoruz. İşte Sayın Erdoğan’ın fantastik dünyasında, her şey bu sistemle işliyor. Yani, bırakın sorunlarımızı çözmeyi, daha sorunlarımızın varlığını bile, kabul etmiş değiller.

Bu kafayla attıkları her adım da, Maalesef ,milletimizin ve memleketimizin zararına sonuçlanıyor. Nitekim, bunun son örneğini, Cumhuriyet tarihinin, en büyük vurgunlarından biri olan, Türk Telekom’da gördük..

Türk Telekom'un Varlık Fonu'na devri
90'lı yılların ortasında 25-30 milyar dolar arasında değer biçilen Türk Telekom'un yüzde 55'ini ailece muhabbet kurdukları -onlarla da tatil yapmışlar mıydı ben hatırlamıyorum. En son bildiğim 'kardeşim esadla' bir tatil yapılmıştı sonra 'katil esed' olmuştu. Demek ki bunlar hala dostluğu devam ettiriyor- Lübnanlı Hariri'ye özelleştirme yapıyoruz, yabancı sermaye giriyor tezahüratları eşliğinde 6.5 milyar dolara sattılar. Sözleşme gereği söz verdiği hiçbir yatırımı Hariri yapmadı. Dönüp tek bir laf etmediler, edemediler. Türk Telekom'un karını ceplerine indirip götürdüler, 'Sen ne yapıyorsun' diyemediler.

Soygun bitmedi. Sözleşme 2026 yılında sona ereceği için hisseler 2026 yılında zaten ücretsiz olarak devlete geçecekti. Onlar ne yaptı? 2026'yı beklemediler, Varlık Fonu'na 1 milyar 650 milyon dolara çaktılar. Yani milletin kesesinde 24.5 milyonu daha zarar hanesine yazdılar.

Pandemide vatandaşına, ancak 10 milyar liralık, nakit desteği verebilen Bay Kriz, eski dostu Mösyö Hariri için, 24 buçuk milyar lirayı bir çırpıda harcadı. Dile kolay… 24 buçuk milyar lira. Hani, “kaynak kaynak” diye geziyorlar ya… Bu parayla, 1 yıl boyunca, ilköğretimdeki çocuklarımıza, bedava kahvaltı ve öğle yemeği verebilirdik. Bütün çocuklarımıza, okul öncesi eğitim sağlayabilirdik. Çiftçilerimize verilen desteği, iki katına çıkarabilirdik. Tüm öğrencilerimize, bir yıl boyunca, bedava internet verebilirdik. Derin yoksullukla mücadele eden 4 milyon kadına, bir yıl boyunca, ayda 500 lira gelir desteği sağlayabilirdik. Şu vicdansızlığa bakar mısınız? Yazıklar olsun.

Meclis grubumuz, bu konuyla ilgili önergemizi verdi. İnsanlarımızın, derin yoksullukla mücadele ettiği, Vatandaşımızın, enflasyon canavarına, göz göre göre ezdirildiği, Annelerin, bebek bezi yerine, naylon poşet kullanmak zorunda bırakıldığı, böyle zor bir dönemde; milletimizin gözünün içine baka baka yapılan, bu rezilliğinin peşini bırakmayacağız.

Yoksullukla ezilen ev kadınları
26 aydır il il geziyorum. Arkadaşlarımla beraber milletimizin dertlerini dinliyorum. Hem esnafımızla hem vatandaşlarımızla konuşuyorum.

Bir kesim var ki onların sesi yeterince duyulmadı, duyurulmadı. Onlar ev kadınları. Ev ekonomisinin temel direği olan ev kadınları. İktidar tarafından çantada keklik görünen ve o nedenle AK Parti'nin umursamazlığından en fazla muzdarip olan ev kadınları. Ev kadınlarından öyle şeyler dinliyor, öyle şeylere şahit oluyorum ki bir süre sonra kalbim ağrıyor. Rahmetli Müslüm Baba gibi 'Batsın bu dünya' diyorum.

Mesela eşini koronavirüsten kaybetmiş, yarım gün tekstil atölyesine giderek günde 50 lirayla geçinmeye çalışan kardeşim, hatta bir kız çocuğu bu. 'Görüp de canları bir şey ister diye çocukları markete götüremiyorum' diyor. 'Gücümüz yetip bir tavuk alamıyoruz, fırın, ütü yakamıyorum' diyor.

Malulen emekli bir ablam, 'Akşama sadece makarna yaptım başka bir şey pişiremedim' diyor. Bu torunlarına bakan bir ablamız. 'Meral hanım bana bir iş bulur musun?' diyor.

Bir başka kardeşim diyor ki; “Evin kadını olarak, kek yapmak istiyorum; ama maliyetini düşünerek vazgeçiyorum. Önceden misafir çağırmaktan mutlu olurduk. Artık korkuyoruz.”

Mesela; Eşi asgari ücretle çalışan, 4 çocuklu bir ev kadınımız diyor ki; “Doğalgaz 900, elektrik 400 lira geldi. Çocuklara harçlık veremiyoruz.” Mesela; Ev kirasını ödeyebilmeyi, hayal ettiğini söyleyen bir kardeşim. Evet, yanlış duymadınız. Ülkemizde bir kadın, kirasını ödeyebilmeyi, hayal ediyor. Böyle bir rezalet olabilir mi?

Bu kardeşim diyor ki; “Her gece yastığa başımı koyduğumda; ‘yarın çocuklara ne yedireceğim?’ diye düşünüyorum. Okula giden çocuğumu, servise veremiyorum. Yürüyerek okula götürüyorum. Küçük çocuğu bırakacağım bir yer olmadığı için, abisini okula bırakırken, soğuk havada onu da yanımda götürüyorum.”

Mesela; Artan elektrik fiyatlarından dolayı, Akşamları ışıkları kapatıp oturduklarını söyleyen, bir başka kardeşim diyor ki; “’Simit yiyin’ diyorlar. Simit 4 lira olmuş. Biz 5 kişilik bir aileyiz; günde 20 lirayı, simide veremeyiz.”

İşte size, evlerin içinde yaşanan Ak Parti gerçekleri... Sabahtan akşama kadar anlatılan, büyüme masalları, bu gerçekleri değiştirmiyor. Oturdukları yerden konuşan, tuzu kuru saray sefacıları, bu sesi duymuyor, dinlemiyor, anlamıyor.

Ama hiç merak etmeyin. Onlar istedikleri kadar inkar etsinler; biz bu gerçekleri anlatmaktan vazgeçmeyeceğiz. Esnaf dükkanlarından, sokaklardan yükselen sesi, nasıl duyurduysak; evlerden yükselen sesleri de duyuracağız! Esnafın, üreticinin, sanayicinin derdine nasıl çare aradıysak; Evlerdeki dertlere de çare arayacağız! Emeklinin geçim sıkıntısına, gençlerin umutsuzluğuna, nasıl çözümler sunduysak; Ev kadınlarının sıkıntılarına da, çözümler sunacağız!

'Atatürk'le Sultan Abdulhamit Han'ı karşı karşıya getirdiler'
Hani 'İki ayyaş' diye hakaret ettikleri bu ülkenin kurucu lideri Atatürk ve yakın arkadaşı İnönü var ya... Cumhuriyet yeni kurulmuş. Fabrikalar yapmaya çalışıyorlar. Fakirliği ortadan kaldırmaya gayret ediyorlar ama elbette savaştan çıkmış bir ülkede yokluk var. O devrin bakanlarının çocuklarına amerikan bezi verilirmiş. İnönü'nün ailesine de tabii veriliyor, hepsine veriliyor. Bakanların eşlerinin bir kısmı amerikan bezi denilen kumaşı boyamakta bir kısmı da dikmekte usta. Bu ne biliyor musunuz? Yokluğu paylaşmak, yoklukta birlikte olmak. Vatandaşımda ne eksikse ben de fazla olamaz demek.

Okullarda parlak, zeki çocukların Gazi'nin maaşından ayırdığı parayla okutulduğunu biliyor musunuz? Buna karşı 5,10,15 maaşlar... Sarayda sefa sürenler... 18 yaşında oğlunu uyuşturucu bulaşmasın diye gayret eden kadınlar... Günahtır günah. Kul hakkıdır, haramdır haram.

Canları ne istiyorsa söylediler hoş gördük. Atatürk'le Sultan Abdulhamit Han'ı karşı karşıya getirdiler. Her ikisi de bu ülkenin modernleşmesi için en önemli kurumları açmış iki kişi. Yaptığınız o iğrenç dizilerle Abdulhamit Han'ı ne hale düşürdünüz. Tarih bilgisinden yoksun tipler. Her birinize 100 sayfa tarih, Türkçe, coğrafya okumanızı öneriyorum. Felsefeyi mantığı söyleyemem akılları yetmez.

14 Mart Tıp Bayramı
14 Mart'ta aslında söke söke aldığımız bağımsızlığımızı kutladık. Şanlı mücadeleyi kutladık. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'den yükselen cesareti kutladık. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane kuran Abdulhamit Han.

1919 yılında, İstanbul’un işgal altında olduğu günlerde; İngilizler, dönemin Tıp Fakültesi olan, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane binasına, el koymuştu. Tıbbiye öğrencileri, bu duruma sessiz kalmamak için, aralarından Hikmet Boran’ı önder seçerek, işgali, protesto etmeye karar verdiler. Bunun için de, dev bir Türk bayrağı hazırladılar. 14 Mart sabahında, İngiliz nöbetçileri atlatıp, Tıbbiye binasının kuleleri arasından, al bayrağımızı dalgalandırdılar. İşte, Tıbbiyeli Hikmet’in etrafında birleşen o gençler; Karanlık işgal günlerimize, umut oldular… Bağımsızlık hikâyemize, nefes oldular… Şanlı mücadelemize, “bayram” oldular… Amaaa, hikâye burada bitmedi. Biliyorsunuz 1919 yılı, aynı zamanda; Atatürk’ümüzün, milletimizi kurtuluşa hazırladığı yıldı. Samsun’dan başlattığı o kutlu yürüyüşte, Sivas’a geldiğinde; Tıbbiyelilerin temsilcisi olarak seçilen, Henüz 19 yaşındaki Hikmet Boran da oradaydı…

Sivas Kongresi’nde; Manda ve himaye fikrini savunanlarla, tam bağımsızlığımızı savunanların tartıştığı sırada; Tıbbiyeli Hikmet, coşkuyla Mustafa Kemal Atatürk’e seslendi. Dedi ki; “Paşam; Delegesi bulunduğum Tıbbiyeliler, beni buraya, bağımsızlık davamızı, başarmak yolundaki mesaiye, katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem… Eğer kabul edecek olanlar varsa; bunlar her kim olursa olsun, şiddetle reddeder ve kınarız. Farzı muhal, manda fikrini siz kabul ederseniz; Sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i ‘vatan kurtarıcısı’ değil, ‘vatan batırıcısı’ olarak adlandırır ve lanetleniriz.” Tıbbiyeli Hikmet’in yüreğinden kopan bu sözler karşısında; Mustafa Kemal Atatürk ne dedi biliyor musunuz? “Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum, ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak dahi, mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!”

İşte Atamız, vatanımızın kurtuluş parolasını, İlk kez burada, Tıbbiyeli Hikmet’e söyledi. İşte Atamız, memleketimizin aydınlık geleceğini, İlk kez burada, Türk gençliğinin anlayışına ve enerjisine bağladı. İşte Atamız, kurtuluş mücadelemizdeki gücü; Tam olarak buradaki cesaret ve kararlılıktan aldı.

Bundan 103 yıl önce; 19 yaşındaki Hikmet Boran ve Tıbbiyeliler; Millî mücadelemize, işte böyle bir aşkla inandı… Başta vatanımızın kurtarıcısı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Cesaretin sesi olan, Doktor Hikmet Boran’ı, Cesaretin yüreği olan, tıbbiyelilerimizi, ve cesaretiyle destan yazan, tüm istiklal kahramanlarımızı; Saygı, rahmet ve minnetle anıyorum. Yürüdüğümüz bu çetin ve tuzaklı yolda, Cesaretleriyle bize rehber oldukları için, Allah onlardan razı olsun. Ruhları şad, mekânları cennet olsun.

Bu vesileyle, bir kez daha; Ülkemizin bağımsızlık ateşine har olan, Kendini, mesleğine, vatanına ve milletine adayan, Tıbbiyeli Hikmet’in açtığı bayrağı, bugün devralan, Fedakârlığın ve özverinin simgesi tüm hekimlerimizin, 14 Mart Tıp Bayramı’nı, yürekten kutluyorum. İyi ki varsınız! Niçin 'Giderlerse gitsinler' denildiğini anladınız mı? Bütün mesele Tıbbiyeli Hikmet Boran'dır.