Eskiden….
Büyük, küçük diye bir şey vardı
Sohbetlerde birileri, birilerini dinlerdi
Deli Dumrul, Şahmeran, Hayber, ezberdi dilimizde
Bunca güzelliklerimiz, nereye gitti
Yapa yalnız kaldık, beton evlerimizde

Değerli dostum Mustafa Karaaslan bugünkü köşe yazısında öyle güzel başlıklar atmış ki, ister istemez beni geçmişe götürdü. Konu başlıklarından biride memleketimizdeki eski sinemaların isminden bahseden Karaaslan, Renk, Bingöl, Çiçek ve Ceylan sinemaları deyince, doğrusu beni de duygulandırdı. Dağarcığımda kaldığı kadar o sinema hatıralarını sizinle paylaşayım.

Bir gece yarısı televizyon kanallarını gezerken, siyah beyaz bir filmle buluştum, kumandayı bir köşeye bıraktım. Seyredeceğim filmi yakalamıştım. Gurbet Kuşları oynuyordu; seyrettikçe beni geçmişin güzelliklerine götürdü. Halit Refiğ’in 1964’lü yıllarda çektiği bu klasik güzel film, o yıllarda toplumdaki yaşam tarzının, sosyal bir kesitiydi. Sinema o güzel filmlerle altın çağını yaşıyordu. O zamanlar çocuk denilecek yaştaydık. Şehrin tek eğlencesi ve insanların buluştuğu yerdi, yazlık ve kışlık sinemalar. Akşam yemeğini yerken, heyecanla gece gideceğimiz filmin sevincini yaşardık. Sinema kapısına varıncaya kadar, her birimiz sanki o filmlerdeki kahraman gibiydik. Kimimiz Ayhan Işık gibi iyi yumruk atardık, kimimiz de Cüneyt Arkın’ın bindiği atta Köroğlu, Battal Gazi olurduk. Sarmaşık gülleri filmi ile körpecik aşklar tomurcuk açardı. Derken bir Ağustos akşamında mahalleli gençlerle, yazlık sinemanın önündeyiz. Sokağın başından gişeye kadar, uzun bir kuyruk ve sıra kaptırmama kavgası var. Rengârenk süslenmiş ışıklarla sinema sokağı aydınlatılmış, yeni sulanmış sokak toprak kokardı. Adeta bir panayır yeri gibiydi, sinema girişinde iki kartelâ (pano) vardı; filmin biri Gurbet Kuşları'ydı.

 

Başrollerini Cüneyt Arkın, Tanju Gürsu, yanılmıyorsam diğer kadın oyuncu, Çolpan İlhan'dı galiba yanılmıyorsam. Filmin konusu beni çok etkilemişti. Maraşlı ve Kayserili bir ailenin İstanbul’a göç hikâyesi ve İstanbul’da yaşam mücadelelerini anlatan usta bir yapıttı. Anadolu gelenekleriyle yetişmiş bir ailenin, büyük kente uyum sağlayamamasının, sosyal ve ekonomik boyutuyla seyircisini buluşturuyordu bu film.

 

Diğer film; değerli yönetmen Atıf Yılmaz’ın Ah Güzel İstanbul filmiydi, senaryosunu Ayşe Şasa’nın yazdığı bir eserdi.

Bu filmde; bugüne uyum sağlayamayan eski Osmanlı efendisi, Sadri Alışık ile yeni acımasız dünyanın karanlık yollarında şaşıran saf bir köylü kızı arasındaki ilişki, değişim halindeki bir toplum ve insan kesitlerinden görüntüler vermek için uygun bir dönüm ve çıkış noktasıydı. İnsan yüreğini ortaya koyan bir yapıt, buram buram Anadolu kokuyordu.

Sadri Alışık ağabeyimiz bu filmlerdeki karakteriyle, toplumun sesiydi. Buna benzer filmler başarılıydı, çünkü filmde her ayrıntı ele alınırdı. Filmin mayası samimi insanlar ve bozulmayan değerlerimizdi. Daha da ötesi insan sevgisiydi. Loş ışıklarla aydınlatılmış, mavi boyalı tahta sandalyelerin dizildiği salon

ailelerle tıklım tıklım dolu. Perdenin yanındaki büfenin önündeki çocuklar, alış veriş kuyruğunda. Havada uçuşan gazoz kapakları ve sıra kapmada çocuksu heyecanlarımız...

Ayrıca taze kavrulmuş leblebi, gazete kâğıtlarından yapılı külahlara doldurulurdu. Fındık, fıstık sesleri ayrı bir ahenkti. Tanışık aileler aynı filmde buluşmanın sevincini yaşarlardı.

Filmin perde arasında, utangaç genç kızların yüzlerindeki heyecan manalıydı, kalp atışlarına yanıp sönen ışıklar tempo tutardı. Genç delikanlıların yüreklerindeki aşk ateşi, bir sigara dumanıyla sevda türküsü oluverirdi. Saçları briyantinli, bıyıkları yeni terlemiş İzzet Günay vari oturan yağız delikanlıların altında erirdi sandalyeler. Bir gonk sesiyle derin bir sessizlik ve perdenin canlanışı; Üç Arkadaş filminin ilavesi başlamıştı. Fikret Hakan, Muhterem Nur çizdikleri tiplemelerle yüreklere sevgi, dostluğun gözyaşını akıtırlardı

Kaçamak el tutuşmaları ve fısıltılar sevginin fotoğrafıydı. O dönemlerde bu sinemalar, saf duygulara ve insanlara ev sahipliği yapardı. Sevinçler ve ağıtlar filmlere yeni bir efekt kazandırırdı. Karşılıksız sevdalara, bir teselli kaynağı olurdu.

Filmlerin bitiminden sonra, kızarmış gözlerin yorgunluğu ve gizlenmiş sevdalar, uykularla rüyalara taşınırdı. O sinemaları birer birer yok ettik veya odun kömür satılan depolar haline getirdik.

Kömür tozlarıyla beyaz perdeler kara bir duvara dönüştü. O sinemaları yitirmenin ardından, yüreklerimizdeki sevgileri bitirdik. Yine de o filmler nostalji olarak hafızalarımızda kaldı ve modası geçmedi, çünkü güzelin modası geçmez, güzel her zaman güzeldir. Bu sebeple bu filmleri yayınlayan kanallara teşekkür ediyoruz! Hoşçakalın!